Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

T.C.
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu

ESAS NO : 2014/17-2389
KARAR NO : 2016/129

Y A R G I T A Y İ L A M I

 

Taraflar arasındaki “tasarrufun iptali” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İzmir 6. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın görevsizlik nedeni reddine dair verilen 22.01.2014 gün ve 2014/30 E., 2014/41 K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 17. Hukuk Dairesinin 20.03.2014 gün ve 2014/3659 E. - 2014/3866 K. sayılı ilamı ile;
“...Davacı vekili, davalı borçlu şirket aleyhine icra takibi yaptıklarını, borcu karşılayacak malı bulunamadığını ileri sürerek borçlu davalının kendisine ait aracı diğer davalıya satışına ilişkin tasarrufun BK.nın 19. maddesi gereğince İİK.nın 277 ve devamı maddelerinin kıyasen uygulanması suretiyle iptalini talep etmiştir.
Mahkemece, davanın tacirler arasında haksız eylemden kaynaklanması nedeniyle davanın görev yönünden reddine karar verilmiş hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava BK.nın 19. maddesi gereğince ve İİK.nın 277 ve devamı maddelerinin kıyasen uygulanması istemiyle açılan tasarrufun iptali davasıdır. Bu tür davalar ile güdülen amaç; bir alacağın tamamının yada bir kısmının tahsiline olanak bırakmamak amacıyla, borçlu tarafından yapılan bir taraflı hukuksal işlemlerle, borçlunun amacını bilen veya bilmesi gereken kimselerle yapılan bütün hukuksal işlemlerin hükümsüzlüğünü sağlamak ve bu yol ile alacağı tahsil etmektir. Davacı, iptal davası sabit olduğu takdirde, tasarruf konusu mal üzerinde cebri icra yolu ile hakkını almak yetkisini elde eder ve tasarruf konusu taşınmaz mal ise davalı, üçüncü şahıs üzerindeki kaydın düzeltilmesine gerek olmadan o taşınmazın haciz ve satışını isteyebilir (İİK.md.283/1). Bu yasal nedenle iptal davası, alacaklıya alacağını tahsil olanağını sağlayan, nisbi nitelikte yasadandoğan bir dava olup tasarrufa konu malların aynı ile ilgili olmadığı gibi tarafların tacir olmasının da görev hususunun belirlenmesine doğrudan bir etkisi yoktur. Kaldı ki davada incelenmesi gereken husus davalı borçlunun yaptığı tasarruflarının iptali gerekip gerekmediği, başka bir anlatımla BK.nın 19. maddesinde yazılı şartların gerçekleşip gerçekleşmediğidir. Açıklanan şekli ile görevin, genel mahkemelere ait olduğu da açıktır. Hal böyle olunca davaya devam edilerek taraf delilleri toplanıp sonucuna göre bir karar vermek yerine yazılı gerekçe ile görevsizlik kararı verilmesi isabetli değildir…”
gerekçesiyle oybirliği ile bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

TEMYİZ EDEN : Davacı vekili

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, Borçlar Kanunu’nun 19. maddesi gereğince muvazaa nedenine dayalı tasarrufun iptali istemine ilişkindir.
Davacı vekili, davalı şirketin müvekkili şirketten almış olduğu mallar karşılığı verdiği çekin karşılıksız çıkması nedeniyle takibe geçtiklerini, takip sırasında davalı şirket yetkilisi Süleyman Karadağ’ın şirket adına kayıtlı olan 35 AY 6441 plaka sayılı aracı babası diğer davalı Nazmi Karadağ’a noter satış işlemi ile devrettiğinin anlaşıldığı, yapılan işlemin muvazaalı olarak müvekkilinin alacağının tahsilini engellemeye yönelik olduğunu belirterek işlemin iptali ve işlem bedeli olarak noter satış senedinde gösterilen 18.500,00.-TL alacağın davalılardan tahsilini talep etmiş, mahkemece dava konusu uyuşmazlığa bakma görevinin Asliye Ticaret Mahkemesi’ne ait olduğu gerekçesiyle davanın görev yönünden reddine karar verilmiştir.
Davacı vekilinin temyizi üzerine karar, Özel Dairece yukarıda başlık bölümünde gösterilen nedenlerle bozulmuştur.
Yerel Mahkemece, önceki kararda direnilmiş; hükmü temyize davacı vekili getirmiştir.
Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; Borçlar Kanunu’nun 19. maddesi gereğince muvazaa nedenine dayalı tasarrufun iptali istemli davada görevli mahkemenin Asliye Hukuk Mahkemesi mi, Asliye Ticaret Mahkemesi mi olduğu noktasında toplanmaktadır.
Uyuşmazlığın çözümünde ele alınması gereken muvazaa kavramı, tasarrufun iptali davası ve göreve ilişkin yasal düzenlemelere yönelik açıklamalara yer verilmesinde yarar görülmektedir.
818 sayılı mülga Borçlar Kanunu'nun 18. maddesi; (6098 sayılı TBK m. 19) “Bir akdin şekil ve şartlarını tayininde, iki tarafın gerek sehven gerek akitteki hakiki maksatlarını gizlemek için kullandıkları tabirlere ve isimlere bakılmıyarak, onların hakiki ve müşterek maksatlarını aramak lazımdır.
Tahriri borç ikrarına istinat ile alacaklı sıfatını iktisabeden başkasına karşı, borçlu tarafından muvazaa iddiası dermeyan olunamaz” hükmü ile genel muvazaa düzenlenmiştir.
Türk Hukuku’nda doktrin ve uygulama açısından geniş bir yere sahip olan bu kurum, çeşitli şekillerde tanımlanmaktadır. Bir tanım yapmak gerekirse muvazaa, tarafların üçüncü kişileri aldatmak amacıyla gerçek iradelerine uymayan görünüşte yaptıkları hukuki işlemin hiç hüküm doğurmaması ya da görünüşteki işlemin arkasına gizleyip gerçek iradelerine uygun olarak gerçekleştirdikleri işlemin hükümlerini doğurması yönünde anlaşmalarıdır (OĞUZMAN M. Kemal / ÖZ Turgut, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, 6098 Sayılı Yeni Türk Borçlar Kanunu’na Göre Güncellenmiş 9. Bası, İstanbul 2011, s. 136; TEKİNAY S. Sulhi / AKMAN Sermet / BURCUOĞLU Haluk / ALTOP Atilla, Borçlar Hukuku, Cilt I, İstanbul 1985, s. 547-548). Uygulamada ise 1953 tarihli Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında, açıklanan beyanlarının gerçek maksatlarına uymadıklarını bildikleri halde, tarafların kastettikleri durumdan başka bir ilişkide kendilerini anlaşmış gibi göstermeleri hali olarak tanımlanmıştır (YİBK., 07.10.1953 tarih, 8/7 sayılı).
Muvazaa mutlak muvazaa ve nisbi muvazaa olarak ikiye ayrılmakta olup muvazaalı bir hukuki işlemden sözedilebilmesi a) Tarafların iradeleri ile beyanları arasında bilerek yaratılmış bir uygunsuzluk, b) Muvazaa anlaşması c) Üçüncü kişileri aldatma (muvazaa) kastı unsurlarını taşımasına bağlanmaktadır.
İcra ve İflas Kanunu’nun 277. ve devamı maddelerinde düzenlenen tasarrufun iptali davası ise; kesin veya geçici aciz vesikasına sahip alacaklının, kanunda öngörülen sebeplere dayanarak, iptal edilebilir olduğunu iddia ettiği tasarrufi işlem hiç yapılmamış gibi, sadece kendisi açısından ve aciz vesikasına bağlanmış alacağıyla fer’ileri nispetinde, bu işleme konu mal, hak ya da alacağın, alacaklının icra takip sahasına sokulmasını amaçlayan ve alacaklının, borçlu ile lehine tasarrufi işlemin yapıldığı üçüncü kişiye karşı açtığı, 5 yıllık hak düşürücü süreye tabi olan şahsi nitelikte, bir eda davasıdır (MUŞUL Timuçin, İcra ve İflas Hukuku, 2. Baskı, İstanbul 2005, s.1168).
İİK'nın 277. maddesi anlamında iptal edilebilen tasarruflar, sadece malvarlığındaki bir hakka doğrudan etki yaparak, o hakkı başkasına nakleden veya sınırlayan, külfet yükleyen veya değiştiren veya sona erdiren hukuki işlemler olarak tanımlanan tasarruf işlemlerinden ibaret bulunmadığı gibi, tasarruf işlemlerinin ancak bir bölüm olarak dahil olduğu hukuki bir sonuç doğurmak üzere yapılan irade beyanları olarak tanımlanan hukuki işlemlerden de ibaret değildir. Bu madde gereğince borçlunun iptale tabi tasarrufları – kaynak yasanın Almanca metninde gösterildiği gibi – hukuki işlem kavramından daha geniş olan, onu da içeren ve kendisine hukuk düzenince hukuki sonuç bağlanmış olan hukuki fiillerdir.
Borçlunun iptal edilebilecek tasarrufları, alacaklılarından mal kaçırılmasına yönelik olarak yapılan ivazsız veya aciz halinde yapılan ve maddi hukuk bakımından geçerli olan tasarruflar ile alacaklılarına zarar verme kastıyla yapılan tasarruflardır. Başka bir anlatımla İİK'nın 277 ve devamı maddelerinde sözü edilen iptal davaları borçlu tarafından geçerli olarak yapılmış tasarrufların alacaklı davacı yönünden hükümsüz kılınması için açılır, geçersiz olan tasarruflara karşı tasarrufun iptali davası açılamaz.
İİK'nın 277 ve devamı maddelerinde düzenlenen tasarrufun iptali davalarında amaç, borçlunun haciz ya da iflasından önce yaptığı ve aslında geçerli olan bazı tasarrufların geçersiz ya da "iyiniyet kurallarına aykırılık" nedeniyle alacaklıya karşı sonuçsuz kalmasını ve dolayısıyla o mal üzerinden cebri icraya devamla alacağın tahsilini sağlamaktır. Davacı, iptal davası sabit olduğu takdirde, tasarruf konusu mal üzerinde cebri icra yolu ile hakkını almak yetkisini elde eder ve tasarruf konusu taşınmaz ise, davalı üçüncü şahıs üzerindeki kaydın düzeltilmesine gerek olmadan o taşınmazın haciz ve satışını isteyebilir. Bu yasal nedenle iptal davası, alacaklıya alacağını tahsil olanağını sağlayan, nisbi nitelikte yasadan doğan bir dava olup; tasarrufa konu malların aynı ile ilgili değildir.
İptal davası ile muvazaa davasını karşılaştırdığımızda, ilk bakışta iptal davaları ile muvazaa davaları arasında bir benzerlik olduğu düşünülebilmektedir. Nitekim her iki durumda da borçlunun malvarlığı değerlerini alacaklıların takip imkânının dışına çıkarmak amacıyla bir takım devirler yaptığı, alacaklılarında açmış olduğu davalar yoluyla bu malvarlığı değerlerini takip imkânları dahiline çekmeyi amaçladıkları söylenebilir. Ancak her iki dava gerek nitelik ve koşulları gerekse de sonuçları bakımından birbirinden farklıdırlar.
“İptal davası” borçlu tarafından geçerli olarak yapılan tasarruf işlemlerinin – davacı bakımından - hükümsüz olduğunu tespit ettirmek için açıldığı halde, “muvazaa davası”nda, borçlunun yaptığı tasarruf işleminin gerçekte hiç yapılmamış olduğunun tespiti istenir. Yani yapılan işlemin geçersizliği ileri sürülür. Ayrıca, iptal davası şahsi bir dava olup, İİK m. 284’te belirtilen sürede açılması gerekli olmasına karşın; muvazaa davası ayni bir dava olduğundan, muvazaa kanıtlanırsa dava konusu mal, borçlunun malvarlığından hiç çıkmamış hale gelir. Buna ilaveten muvazaa iddiasının zamanaşımına bağlı olmadan ileri sürülebileceği belirtilmelidir. Diğer bir fark da İptal davasında aciz hali (kesin ya da geçici aciz vesikası) aranmasına karşın muvazaa davasında ise borçlunun aciz halinde olması aranmamaktadır.
Yukarıda da belirtildiği gibi kural olarak iptal davasına konu edilen tasarruflar, muvazaalı akitlerden farklı olarak hukuken geçerlidir. Başka bir ifade ile muvazaalı akitlerde, görülen akit değil tarafların gerçek iradelerine uygun bulunan akit tarafları bağlayıcı olduğu halde, İcra ve İflas Kanununun 277. ve bunu izleyen maddelerinde düzenlenen tasarruflar özel hukuk ilişkisi açısından geçerliliğini korumaktadır. Bu nedenle, alacaklının gerçek alacak ve ferilerine yetecek miktardaki tasarrufun iptaline, bunun dışında kalan kısmı geçerliliğini koruyacağından, olduğu gibi bırakılmasına karar verilmesi gerekmektedir. Kanun koyucu bu özelliği gözeterek “iptal davasının sübutu halinde davaya konu teşkil eden mal üzerinde icra koğuşturması yapılabileceğini, davanın konusu taşınmaz mal olduğu takdirde ise, İİK m. 283 gereğince 3. şahıs üzerindeki kaydın düzeltilmeksizin taşınmazın haciz ve satışının istenebileceğini” öngörmüştür.
Görüldüğü gibi “iptal davası” ile “muvazaa davası” farklı niteliklere sahiptirler ve doğurdukları sonuçlar da farklıdır. Bu farklılıklara karşın özellikle belirtmekte fayda olan husus “hem iptal davasında hükümsüzlüğü istenilen tasarrufi işlemde hem de muvazaa davasında geçersizliği istenilen muvazaalı işlemde borçlu ya da hak sahibi ile 3. kişi arasındaki işlem hedeflenmekte olup alacaklı ile borçlu arasındaki hukuki işlem konu edilmemektedir”.
Doktrinde muvazaalı işlemin iptali için iptal davası açılıp açılamayacağı tartışmalı olmakla birlikte uygulamada Yargıtay, alacaklının takibine maruz kalan borçlunun borcu ödememek için muvazaalı olarak malvarlığını elinden çıkardığını iddia ederek üçüncü kişiye karşı TBK m. 19 (818 sayılı BK m. 18) hükmüne dayalı olarak dava açılabileceğini, muvazaalı işlemin ispatı halinde mahkemece İİK m. 283/I kıyasen uygulanarak, tapunun iptali ile borçlunun adına tesciline gerek olmadan davacı alacaklının alacağını alabilmesine imkan sağlayacak şekilde davaya konu taşınmazın haciz veya satışını isteyebilmesi yönünde karar verilmesi gerektiği yönünde değerlendirme yapmaktadır (YHGK., 03.05.2000, 2000/4-823 Esas, 2000/851 Karar).
Yapılan açıklamalardan sonra somut olayda görevli mahkeme hususunda uyuşmazlık bulunduğu dikkate alınarak bu davalarda görevi düzenleyen Kanuni düzenlemelerin de ele alınması gerekmektedir.
Gerçekten hem “muvazaa davasında” hem de “tasarrufun iptali” davasında görevli mahkemeye ilişkin özel bir düzenlemeye yer verilmemiş olup genel kurallara göre görevli mahkemenin belirlenmesi gerekmektedir. 6100 sayılı HMK’nin 2. maddesinin 1. fıkrası gereğince malvarlığı haklarına ilişkin davalarla, şahıs varlığına ilişkin davalarda görevli mahkeme, aksine bir düzenleme bulunmadıkça asliye hukuk mahkemesidir. Yine 2. maddenin 2. fıkrası uyarınca HMK’da ve diğer kanunlarda aksine düzenleme bulunmadıkça, asliye hukuk mahkemesi diğer dava ve işler bakımından da görevlidir.
Göreve ilişkin bu genel düzenlemeler yanında bazı kanunlarda belirli kişiler arasında çıkan uyuşmazlıklara veya belli bir çeşit uyuşmazlıklara bakmak üzere kurulmuş özel olarak görevli mahkemeler de belirlenmiştir. Bu anlamda uyuşmazlıkla ilgili olması bakımından 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun 5. maddesinde ticari davalar ve ticari nitelikteki çekişmesiz işlerin Ticaret Mahkemesi’nin görev alanına girdiği düzenlenmiştir.
Ticari davalar TTK’nın 4/1 maddesinde tanımlanmıştır. Bu maddeye göre, her iki tarafın da ticari işletmesiyle ilgili hususlardan doğan hukuk davaları ile ticari nitelikteki çekişmesiz yargı işleri ve tarafların tacir olup olmadıklarına bakılmaksızın Türk Medenî Kanunu’nun, rehin karşılığında ödünç verme işi ile uğraşanlar hakkındaki 962 ilâ 969. maddelerinde, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun malvarlığının veya işletmenin devralınması ile işletmelerin birleşmesi ve şekil değiştirmesi hakkındaki 202 ve 203, rekabet yasağına ilişkin 444 ve 447, yayın sözleşmesine dair 487 ilâ 501, kredi mektubu ve kredi emrini düzenleyen 515 ilâ 519, komisyon sözleşmesine ilişkin 532 ilâ 545, ticari temsilciler, ticari vekiller ve diğer tacir yardımcıları için öngörülmüş bulunan 547 ilâ 554, havale hakkındaki 555 ilâ 560, saklama sözleşmelerini düzenleyen 561 ilâ 580 inci maddelerinde; fikrî mülkiyet hukukuna dair mevzuatta; borsa, sergi, panayır ve pazarlar ile antrepo ve ticarete özgü diğer yerlere ilişkin özel hükümlerde ve bankalara, diğer kredi kuruluşlarına, finansal kurumlara ve ödünç para verme işlerine ilişkin düzenlemelerde öngörülen hususlardan doğan hukuk davaları ticari dava sayılır. Bu maddeye göre bir davanın ticari dava sayılabilmesi için tarafların her ikisinin tacir olması ve uyuşmazlığın her iki tarafın ticari işletmesiyle ilgili hususlardan doğması veya ticari nitelikte çekişmesiz yargı işi olması veyahut da açılan davanın maddede altı bent halinde sayılan davalardan olması gerekir. Taraflardan biri tacir değilse veya tacir olmasına rağmen uyuşmazlığın ticari işletmeyle ilgisi yoksa ticari davanın varlığından söz edilemez.
Ticari davalar, mutlak ticari davalar, nispi ticari davalar ve yalnızca bir ticari işletmeyle ilgili olmasına rağmen ticari nitelikte kabul edilen davalar olmak üzere üç gruba ayrılır.
Mutlak ticari davalar, tarafların tacir olup olmadığına ve işin bir ticari işletmeyi ilgilendirip ilgilendirmediğine bakılmaksızın ticari sayılan davalardır. Mutlak ticari davalar, TTK'nın 4/1. maddesinde bentler halinde sayılmıştır. Bunların yanında Kooperatifler Kanunu (m.99), İcra İflas Kanunu (m.154), Finansal Kiralama Kanunu (m.31), Ticari İşletme Rehni Kanunu (m.22) gibi bazı özel kanunlarda belirlenmiş ticari davalar da bulunmaktadır. Bu guruptaki davaların ticari dava sayılabilmesi için taraflarının tacir olması veya ticari işletmeleriyle ilgili olması gibi şartlar aranmaz. TTK'nın 4/1. bendinde sınırlı olarak sayılan davalar arasında yer alması veya özel kanunlarda ticari dava olarak nitelendirilmesi yeterlidir. Bu davalar kanun gereği ticari dava sayılan davalardır.
Nispi ticari davalar, her iki tarafın ticari işletmesiyle ilgili olması halinde ticari nitelikte sayılan davalardır. TTK'nın 4/1. maddesine göre, her iki tarafın ticari işletmesiyle ilgili hususlardan doğan ve iki tarafı da tacir olan hukuk davaları ticari dava sayılır. Bu hükme göre bir davanın ticari dava sayılabilmesi için, hem iki tarafın ticari işletmesini ilgilendirmesi hem de iki tarafın tacir olması gereklidir. Bu şartlar birlikte bulunmadıkça, uyuşmazlık konusunun ticari iş niteliğinde olması veya ticari iş karinesi sebebiyle diğer taraf için de ticari iş sayılması davanın ticari dava olması için yeterli değildir. Ticari iş karinesinin düzenlendiği TTK’nın 19/2. maddesi uyarınca, taraflardan biri için ticari iş sayılan bir işin diğeri için de ticari iş sayılması, davanın niteliğini ticari hale getirmez. TTK, kanun gereği ticari dava sayılan davalar haricinde, ticari davayı ticari iş esasına göre değil, ticari işletme esasına göre belirlemiştir. Hal böyle olunca, işin ticari nitelikte olması davayı ticari dava haline getirmez.
Üçüncü grup ticari davalar, yalnızca bir tarafın ticari işletmesini ilgilendiren havale, vedia ve fikri haklara ilişkin davalardır. Yukarıda açıklandığı üzere bir davanın ticari dava sayılması için kural olarak ya mutlak ticari davalar arasında yer alması ya da her iki tarafın ticari işletmesiyle ilgili bulunması gerekirken havale, vedia ve fikri haklara ilişkin davaların ticari nitelikte sayılması için yalnızca bir yanın ticari işletmesiyle ilgili olması TTK'da yeterli görülmüştür.
6335 sayılı Türk Ticaret Kanunu İle Türk Ticaret Kanununun Yürürlüğü Ve Uygulama Şekli Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un 2. maddesi ile değişik TTK’nın 5/1. maddesinde, aksine hüküm bulunmadıkça, dava olunan şeyin değerine veya tutarına bakılmaksızın, asliye ticaret mahkemesinin tüm ticarî davalar ile ticari nitelikteki çekişmesiz yargı işlerine bakmakla görevli olduğu belirtilmiştir. Buna göre, asliye ticaret mahkemesi ile asliye hukuk mahkemesi ve diğer hukuk mahkemeleri arasındaki hukuki ilişki, 6762 sayılı Türk Ticaret Kanunu'ndan ve 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu'nun 6335 sayılı Kanunla yapılan değişiklikten önceki halinden farklı olarak iş bölümü ilişkisi değil görev ilişkisidir. Bu nedenle, asliye ticaret mahkemesinin bakması gereken davalarda, asliye hukuk mahkemesi görevli sayılamaz. Göreve ilişkin düzenlemeler, 6100 sayılı Hukuk Muhakemesi Kanunu'nun 1. maddesi uyarınca kamu düzenine ilişkin olup mahkemelerce ve temyiz incelemesi aşamasında Yargıtayca re'sen dikkate alınır. Bu kuralın tek istisnası, 6335 sayılı Kanun’un 2. maddesi ile değişik 6102 sayılı TTK'nın 5/4. maddesinde düzenlenmiştir. Bu düzenlemeye göre, yargı çevresinde ayrı bir asliye ticaret mahkemesi bulunmayan yerlerde, asliye hukuk mahkemelerine açılan davalarda görev kuralına dayanılmamış olması görevsizlik kararı verilmesini gerektirmez.
Asıl olan bir davanın genel mahkemelerde görülmesidir. Yani bir özel mahkemede bakılacağına dair özel bir kanun hükmü bulunmayan her dava genel mahkemelerde görülür. Özel mahkemeler istisnai niteliktedir. Bu anlamda davanın özel mahkemenin (ticaret mahkemesi) görevine girip girmediğinin bu kanun düzenlemesine göre belirlenmesi gerekmektedir.
Uyuşmazlığın çözümü bakımından somut olayda davanın tarafları, konusu ve davacının talebinin değerlendirilmesi gerekmektedir. Davacı şirket, davalı şirkete satmış olduğu malların bedelini alamaması nedeni ile tahsili için takip yapmış, bu takip sırasında davalı şirketin diğer davalı gerçek kişiye yapmış olduğu araç satışının muvazaalı olduğunu iddia ederek alacağını teminini sağlamak için TBK’nın 19. maddesi gereğince ve İİK’nin 283. maddesinin kıyasen uygulanması suretiyle iptali istemli eldeki davayı açmıştır. Davada alacaklı ve borçlu olan şirketler arasında ticari bir alım satım ilişkisi bulunduğu anlaşılmaktadır. Ancak davaya konu edilen taraflar arasındaki bu alım satım ilişkisi değil, davalı şirket ile diğer davalı 3. kişi arasındaki muvazaalı olduğu ve iptali istenilen işlemdir.
Özellikle vurgulandığı gibi tasarrufun iptali davasında ya da somut olayda olduğu gibi TBK’nın 19. maddesi gereğince ve İİK’nın kıyasen uygulanması istemli olarak açılan davalarda alacaklı ile borçlu taraflar arasındaki ticari nitelikteki alım satım ya da banka alacağını oluşturan ticari ya da genel kredi sözleşmeleri görevin belirlenmesinde dikkate alınamayacaktır. Ne tasarrufun iptali davası, ne de TBK m. 19 gereğince İİK’nin 283. Maddesinin kıyasen uygulanması istemli muvazaa davası TTK’nın 4. maddesinde belirtilen mutlak ya da nispi ticari dava niteliğine haiz olduğundan 6100 sayılı HMK’nin 2. maddesi gereğince genel görevli Asliye Hukuk Mahkemesi’nin görev alanında kalmaktadır.
Açıklanan nedenlerle Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma ilamına uyulması gerekirken,önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırı olduğundan, direnme kararı bozulmalıdır
Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında bir kısım üyeler tarafından, somut uyuşmazlıktaki davada davacı alacaklı ile davalı borçlunun ticari şirket olduğu ve taraflar arasında ticari satım ilişkisi bulunduğu, buna göre 6102 sayılı TTK’nın 4. maddesi gereğince ticari davanın sözkonusu olduğu ve yine TTK’nın 5. Maddesi gereğince de Ticaret Mahkemesi’nin görevli olduğundan yerel mahkemenin direnme kararının yerinde olduğu ileri sürülmüş ise de; bu görüşler yukarıda açıklanan gerekçelerle Kurul çoğunluğunca yerinde görülmemiştir.
O halde, TBK m. 19 gereğince İİK’nin 283. Maddesinin kıyasen uygulanması istemli muvazaa davasında Asliye Hukuk Mahkemesinin görevli olduğu yönündeki Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
S O N U Ç : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma

kararında gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, 10.02.2016 gününde yapılan ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.

Yorum Yapabilmek için Siteye Kayıt olmanız gereklidir.

Siteye Kayıt için Tıklayınız.